3 Ekim 2013 Perşembe

Babam Cemil Bozok'un dedem Salih Bozok'un ölümü ve cenaze merasimine ait anıları

Babam Salih Bozok’un  ölümüne ve İstanbul-Ankara cenaze merasimlerine ait hatıralarım
(Cemil Bozok)


24/25 nisan gecesi… Sabaha karşı… Kutlu’da uyurken acı acı öten telefon ziliyle uyanıyorum. Ortalık henüz zifiri karanlık, aynı odada arkadaşım Mithad, karşı camlıkta da kardeşim Muzaffer uyumaktalar…Telefonda eniştem, boğuk bir sesle :
-        Cemil, biraz bize kadar gelir misin ? diyor.
-        Niçin ? diye soruyorum.
O yine aynı tonla cevap veriyor :
-        Kız kardeşinin midesi ağrıyor.
İçime bir şüphe geliyor.
-        Canım, diyorum, bunun için gelinir mi ? Nedir bu işin doğrusu ? Allah aşkına doğru söyleyiniz !
Eniştem bir şey söylemeye vakit bulamadan kız kardeşim hıçkırarak :
-        Ağabey, ağabey, babamı kaybettik, diyor.
Beynimden vurulmuşa dönüyorum. Artık konuşamıyoruz. Telefonu kapatıyorum ve arkadaşım Mithad’ı uyandırıyorum. Bir taraftan ona bu kara haberi verirken diger taraftan da gürültüden uyanmış olan kardeşim Muzaffer’in yanına gidiyorum. Bir birimize sarılıyor ve ağlaşıyoruz.
Bir sene evvel aynı felakete uğrayan arkadaşım bizi teselli ederken giyiniyor ve kız kardeşimin evine gitmeye hazırlanıyoruz. Damarlarımdaki kan sanki donmuş gibi. Üşüyorum. Kafam ağırlaşmış, kulaklarım da uğulduyor…
Beni derinlikleri içinde çırpındırmakta olan bu büyük felaket, belki bir rüyadır diye kendimi aldatmaya çalışıyor fakat hakikatın kuvveti karşısında buna muvaffak olamıyorum. Ruhumda isyan dalgaları beliriyor. Çatmak ve haykırmak istiyorum. Fakat tabiat denilen o muazzam ve esrarlı kuvvete karşı ne yapabilirim ? Hiç !
Biraz evvel ruhumda feveran eden isyan dalgaları kırılıyor, ölüm felaketiyle sarsılan kalbimi hüzün kaplıyor ve için için ağlıyorum. Ne büyük acı bu yarabbim !
İki kardeş apartmandan çıkıyor ve kız kardeşimi teselliye gidiyoruz. Teselliye muhtaç insanların teselli vermesi ne kadar garip ! Sokaklarda bekçilerden başka kimseler yok. Tan yeri daha henüz ağarmamış, mahallede herkes derin bir uykuda, yalnız kız kardeşimin evinin ışıkları yanıyor. Kapıda eniştem bizi ağlayarak karşıladı. Zavallı kardeşim daha şimdiden bir külçe haline gelmiş.
Bir iki saat evvel Suadiye’deki evimizde altmış senelik hayatına veda etmiş bulunan babamı konuşuyor, ağlaşıyoruz.
Atatürk’ün öldüğü gün de yine aynı odada buluşmuş, bu büyük adamın acısına dayanamayarak kalbine kurşun sıkmış olan babamın akibeti hakkında ağlaşmıştık. O gün belki yaşıyor ve yaşayacaktır ümidiyle ağlıyorduk, halbuki bugün öyle bir ümitten uzak yaralı kalblerimizin hıçkırıklarını dinliyoruz. Sabah olur olmaz kara haberi duyan hısım, akraba ve dostlar evi doldurmaya başladılar. Bu elemli günümde asker elbiselerimi giyip Milli Müdafaa’daki vazifeme gitmek bana o kadar acı geldi ki… Allah’a şükür Merkez Kumandanı Demir Ali bey hemen Vekalete gelerek müsteşardan izin alacağını vaadetti. Vekaletin kalın duvarları arasında geçen intizar saati bir asır kadar uzun geldi. Nihayet saat dokuz buçuğa doğru Demir Ali bey beni daire müdürünün odasına çağırttırarak on günlûk izin kağıdımı tevdi etti, ve :
-        Oğlum, başın sağolsun, diyerek elimi sıktı.
Onun yanında ayakta duran daire müdürüyle bölük kumandanı da aynı şekilde taziyede bulundular.
Eve gelirken geçtiğim tarla yolunda yalnız kalmaktan bilistifade doya doya ağladım. Eve geldiğim zaman tesseli edici bir haberle karşılaştım. Milli Müdafaa Vekili Saffet Arıkan babamın şehitlikte dayımın yanına gömülmesi için lâzım gelenlere emir vermiş, bu sayede babamın arzularından birini yerine getirmiş olacaktık. Derhal İstanbul’a telefon açarak bu akşam hareket edeceğimizi ve babamızı ölüm döşeğinde gördükten sonra alıp Ankara’ya getireceğimizi haber verdik. Trenin hareket zamanına kadar geçen saatler bizim için çok sıkıcı oldu. Yedi yirmi beşte istasyona kadar gelmek zahmetini gösteren yakınlarımıza veda ederek üç kardeş ve eniştemden müteşekkil küçük bir kafile halinde yola koyulduk.
Gece eniştemin verdiği ilaçlar sayesinde bir kaç saat uyuyabildikten sonra ertesi sabah İzmit civarında yataklarımızdan kalktık. Her zaman İstanbul’a kavuşuyorum ümidiyle neşe ile baktığım denize bu gün hüzünle bakıyorum. Pendik istasyonunda kardeşim o günki Cumhuriyet gazetesinde babamın ölümüne ait yazıyı ağlayarak okumaya başladı ve bizi de ağlattı. Haydarpaşa’da Enver Bey’le Perihan tarafından karşılandık. Kız kardeşim Perihan’ın kolunda adeta sürükleniyordu. Nihayet eve geldik. Panjurların hemen hepsi kapalı, yan kapıda da sim siyah boyalı bir cenaze arabası bekliyor. Marmara’nın mavi sularına bakan evimizin bu günkü hali ne kadar kasvetli. Bana öyle geliyor ki saçaklarından nerede ise göz yaşı damlayacak……Biz bahçe merdivenlerini inerken kapı açıldı. Aziz Bey, Atifet, Mithad dayım yaşlı gözleriyle bize doğru ilerlediler. Birbirimize sarıldık ve ağlaya ağlaya eve girdik. Evin içi, dışından daha kasvetli. Alt kat muzlim bir halde. Holün karşısına isabet eden camlı odada hoca, bekçi ve buna mümasil kimseler oturmuş bekleşiyorlar. Yazı odasında başta Mehmet Ali Bey, Kılıç Ali Bey olmak üzere babamın yakın arkadaşlariyle bazı dostları intizar vaziyetindeler. Babamın mülazimlikten beri arkadaşı olan Mehmet Ali Bey :
-        Cemil, diyor. Koşup geldiğim zaman baban ölmüştü. Onun daha henüz soğumayan yanaklarını, ağzını ve gözlerini öptüm.
Ağır ağır merdivenleri çıkıyor, Mithad dayımın refakatinde babamın yanına giriyorum. Denize bakan odasında, mavi renkli karyolasında beyaz örtüler altında yatıyor. Beni takiben kardeşlerim de giriyorlar. Kız kardeşim hıçkırarak babamın üstüne kapanıyor ve öpmeye başlıyor. Bir müddet sonra kardeşimle onu çekiyor ve babamın yüzüne biz kapanıyoruz. Babacığım derin bir uykuya dalmış gibi…Yüzü çok sakin görünüyor. Yalnız seyrek kır saçları biraz dikilmiş… Bundan tam on üç gün evvel askerlik vazifemi ifa etmek için Ankara’ya giderken kendisine veda ettiğim zaman beni gözlerinden yaşlar akarak koklaya koklaya öptüğünü hatırladım. Meğer bu babacığımın beni en son kucaklayışıymış. Onun şimdi soğumuş açık alnına veda puselerimizi bırakarak yavaş yavaş huzurundan çekiliyoruz…
Öğleye doğru tahnit yapan doktorun yardımiyle babamı tabuta koyarak bayrağa sardılar ve taşlıktaki masanın üzerine yerleştirdiler. Evde bulunanların huzuriyle hoca efendi duasını okudu. Sonra tabutu ellerimizin üzerine alarak ağlaya ağlaya arabaya kadar götürdük. Daha dün yaz mevsimini geçirmek üzere bu eve neşe ile gelen babam bugün buradan bir tabut içerisinde göç ediyordu. Ne yazık ! Biraz sonra biz de evi terkettik. Cenaze merasimine Kadıköy’ündeki çarşı içinde Osmanağa camiinde başlandı. Babamları sevenlerin hepsi burada idi. Sipahiocağı’ndaki Yahudi ve Ermeni dostlarına kadar…. Öğlen namazı okunurken askeri mızıkanın çaldığı cenaze marşıyla alay harekete geçti. Ezan sesiyle mızıka sesinin bir birine karışması ne kadar hazin oldu. Alayın önünde asker ve mızıka, onların arkasından da Millet Meclisi’nden, İstanbul İş Bankası’ndan, Sipahiocağı’ndan ve dostlarından gönderilen çelenkler ve cenaze arabası, bunu takiben de cenazeye iştirak edenler geliyordu. Daha arkadan yine bir askeri müfreze yürüyordu. Alayın etrafını da polisler sarmıştı. Deniz kenarı yolundan Haydarpaşa’ya doğru yürümeye başladık. Yolun bir yerinde Fethi Okyar da kalabalığa karıştı. Zaman zaman, hıçkırıklarımı zabtedemiyor, ağlamaya başlıyorum. Koluma giren arkadaşlarım beni teselliye çalışıyorlar.
Bir gazete fotografçısı yol imtidadınca durmadan resimler aldı. İstasyona yakın bir yerde Vali, Polis müdürü ve İstanbul kumandanı da alaya iltihak ettiler. Camiden itibaren bizimle yürümekte olan Merkez kumandan vekili paşanın yanına yaklaşarak aile namına teşekkür ettim.
-        Oğlum, dedi, teşekküre hacet yok. Biz hepimiz aynı ailedeniz.
Haydarpaşa iskelesi önünde alay durdu. Burada yalnız askerler cenaze arabasına doğru ilerlediler, ve tabutu elleri üstüne alarak merdivenleri dolduran kalabalık arasından geçirerek vagona yerleştirdiler. Biraz sonra Örfi idare komutanı Ali Rıza Paşa geldi, üzeri çelenklerle örtülmüş bulunan tabutu selamladı. Askeri bir ihtiram takımıyla hazurun trenin kalkışına kadar beklediler. Hısım, akraba ve dostlarımızla hazin bir şekilde vedalaştıktan sonra Ankara’ya yollandık. Tren çok kalabalık. Bütün aile efradı evvelden hazırlanan iki birinci mevki komparımana yerleşmiş bulunuyoruz. Bizimle beraber, Rebia Hanım ve Vasıf Bey de Ankara’ya geliyorlar. Hava güzel olmakla beraber çok sıcak. Hep babamdan konuşuyoruz.
Bilecik istasyonunda Belediye Reisi, Halk Partisi reisiyle ileri gelenlerden daha iki zattan müteşekkil bir heyet bizi karşıladı. İçlerinden bir zat, Bilecik namına getirmiş oldukları çelengi babamın tabutu üzerine koydu. Babama hemşehrilik payesi veren ve Atatürk öldükten biraz sonra yapılan mebus intihabatının istişare mahiyetindeki kısmında bir sembati tezahürü olarak en fazla rey vermek suretiyle kendisini mebus yapan Bilecik’lilerin mümessillerine aile namına teşekkür ettim ve :
-        Bilecik babamın ikinci vatanıdir, dedim. Muhterem Bilecik’lilerin babamı ne kadar çok sevdiklerini iyi biliyoruz. Babam öldü, sizler sağ olunuz.
Halk Partisi reisi göz yaşlarını zaptedemiyor, ağlıyordu. Veda ederken :
-        O bizim de babamızdı, ne yazık kaybettik, dedi.
Babamım senelerce mebusluğunu yaptığı bu küçük vilayetin mütevazi istasyonunu arkada bırakarak karanlıklar içinde yolumuza devam ettik.
------------------------------------------------------------
                                                                                                 27/4/1941 Pazar

Sabah saat yedide Ankara’ya vasıl olduk. Yakınlarımız istasyona gelmişlerdi. Kafilemizin erkeklerinden bir kısmı kadınlarla beraber eve gitti. Geriye kalan bizler de babamın sandukalı tabutunu alarak hastaneye götürdük. Ev yine öğleye kadar doldu boşaldı. Nihayet 12’ye doğru hastaneye gittik. Sandukadan çıkarılan tabut siyah mermer bir masa üzerine vazedilmiş, bunun üstündeki elektrik lambası da yakılmıştı. Bu karanlık mahzenin diğer yerleri zulmet içinde olduğundan siyah mermer üzerinde elektrik ziyasiyle yıkanan kızı renkli tabut ne kadar hazin bir manzara arzediyordu. Yanında bir iki dakika süren bir sükut devresi geçirdikten sonra ellerimizin üstüne alarak oradan çıkardık ve otomobile koyduk. Hacıbayram camiine geldiğimizde daha henüz kimseler yoktu. Yalnız merasime iştirak edecek olan askerler silah çatmış bekliyorlardı. Biraz sonra Merkez kumandanı Demir Ali Bey geldi, musalla taşı üstünde duran tabutun baş ve ayak uçlarına iki inzibat eri dikerek nöbet bekletmeye başlattı. Camide kılınmakta olan öğle namazı bitmeden evvel cenazeye iştirak edeceklerin hemen hepsi gelmişlerdi. Bu kalabalık arasında Meclis Reisi Abdülhalik Renda’yı, Halk Partisi Kâtibi Umumisi Fikri Tüzer’i, Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’i, Milli Müdafaa Vekili Saffet Arıkan’ı, mebuslardan Kâzım Özalp, Zeki, Seyfi ve Pertev paşalarla Recep Peker, Hasan Saka, İrfan Ferit, Şükrü Koçak, Edip Servet, Hamdi, Abdülhak Şinasi, Rıfat ve Falih Rıfkı’yı, sefirlerden de Cemal Hüsnü, Yakup Kadri’yi seçebiliyorum.

Cemal Hüsnü, Yakup Kadri’yi görünce :
-        Aferin Yakup, seni burada görüyorum, dedi.
-        Söylediğin şeye bak, dedi. Salih’e mi gelmeyecektim ?
Cenaze namazı kalabalık bir cemaatle kılındıktan sonra kıta kumandanı askerlere hareket emrini verdi. En önde bir müfreze asker ve mızıka, onun arkasında Millet Meclisi’nden, Abdülhalik Renda’dan, Halk Partisi’nden, Validen, İş Bankası Umum Müdürlüğü’nden, Elektrik Şirketinden, Ankara Galatasaray Klübünden ve Ankara’daki dostlarından gönderilmiş çelenkler, bunları takiben de babamın eller üstünde taşınan tabutu, onun arkasından cenazeye iştirak edenler kafilesi ve yine askeri bir müfreze geliyordu. Alayın etrafını da asker ve polis kordonu sarmış bulunuyordu. Geçtiğimiz caddenin her iki tarafında kesif bir halk kalabalığı vardı. Mızıkanın çaldığı cenaze marşına ayak uydurarak aheste bir yürüyüşle Belediye önüne kadar geldik. Burada merasim bitiyordu. Tabutu cenaze arabasına yerleştirdikten sonra kardeşim Muzaffer’le hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladık. Pertev paşa yanıma sokuldu. Elimi sıkarak :
-        Oğlum, dedi, böyle bir babayla iftihar ediniz.
Ak saçlı paşanın bu sözüne çok mütehassıs oldum. Kendisine, gözlerimden yaşlar akarak teşekkür ettim. Bu ara, Başvekil’in Kalem Mahsus müdürü kendisini bana tanıttı ve cenazede Başvekil Refik Saydam’ı temsil ettiğini söyleyerek taziyede bulundu. 33 otomobil ve iki otobüs dolduran bir kafile halinde cenaze arabasının arkasından şehitliğe vasıl olduk.  Babamın burada ebedi yuvası olacak mezarı bundan üç buçuk sene evvel karlı bir günde buraya gömdüğümüz dayım Nuri Conker’inkinin hemen arkasında, tıpkı bahçeleri birbirine karışan iki komşu evi gibi. Yer üstünde son nefeslerine kadar birbirlerini seven bu iki arkadaş şimdi yer altında yine yakın yakına bulunuyor ve onlardan daha ilerde tarihi Ankara’nın bir tepesinde muvakkat kabrinde uyuyan büyük arkadaşları Atatürk’ün arkasında yatıyorlar. Eğer ruhlar yaşıyorsa bu iki sevişen arkadaşın ruhları şimdi birbirine sarılacak ve o büyük ölünün huzuruna koşacaklar.

Bir çiçek bahçesini andıran şehitlikten çıkarken biraz evvel kara toprakların altına tevdi ettiğimiz babamın Atatürk’ün ölümünden evvel bana hitaben yazdığı vasiyetnamedeki son satırları hatırlıyorum.
-        Cemil’im, benim ölümü Atatürk’ün mezarı dibine gömdürmeyi temin et, buna imkân bulunmazsa dayın Nuri Conker’in yanına.
Babacığım bu satırları yazdığı gün son demlerini yaşayan Atatürk’ün arkasından  gitmeye hazırlanıyordu. Büyük adamın ebede intikal ettiği gün Dolmabahçe Sarayı’nın bir odasında onu şimdi öldüren rakik kalbine bir kurşun sıkmak suretiyle şefine kavuşmak istemişti. Halbuki iki milimetre uzaktan seyreden kurşun onu daha iki buçuk sene için bize bağışlamıştı. Bu kısa zaman ona uzun ızdırap yılları halinde geldi. Aramızda adeya yaşayan bir ölü gibi idi. Durmadan :
-        Ben ölmeliyim, niçin yaşıyorum, diyordu.
Nihayet dediği oldu. Ecel bir gece yarısı onun çok ızdırap çekmekte olan kalbini durdurarak aramızdan aldı götürdü.

Babacığım !
Metfeninde müsterih uyu !
Artık Ata’na kavuştun ve çok sevdiğin arkadaşının yanındasın.

                                                                                         Ankara, 10 Mayıs 1941
                                                                                         Cemil Bozok

3 yorum:

  1. Sayın Salih BOZOK; Benimde dedenizin hayatını bir kısa yazıda sizle irtibatlı yazdığım gibi ve de yazarken de o muhteşem insanın asilliğine, sevgisine, fedakarlığına, azizliğine daha yazamadığım bir çok yüceliğine şahit olduğum, şahit olurken de hüngür hüngür ağladığım müthiş bir insanın evlatlarısınız. Allah rahmet eylesin, cennet mekanlı asil insanlar. Allah sizlerden razı olsun !.....

    YanıtlaSil
  2. Sayın BOZOK
    52 yaşındayım, babanız Cemil BOZOK'un anılarını, büyük bir mutlulukla okudum. Gözyaşlarıma hakim olamadım. Hepside ışıklar içinde uyusunlar. Aydınlıkları, vatanseverlikleri, adam gibi adam oluşlarının karşısında saygı ve sevgiyle eğiliyorum.

    YanıtlaSil
  3. 😢😢😔 Atasina kavuşmuş ne mutlu

    YanıtlaSil